Hakan Günday beni kitaptan soğuttun !


Yine bir kitap ile karşınızdayım. Şu sıralar bloğuma pek yazı yazamaz oldum, gerçekten yoğun oluğum bir dönem ancak en azından kitaplarla ilgili birkaç satır karalayıp buraları boş bırakmamam gerektiğini düşünüp son okuduklarımdan birini tanıtmak istedim.

Hakan Günday... Tanıyanlar, bloğumu okuyanlar biliyorlar ki yerli filmlere olduğu gibi yerli yazarlara karşı da bir önyargım var benim. Ve sanırım Hakan Günday artık benim yerli yazar okuma konusundaki son noktam oldu. Hani çok sevilen, çok övülen şeylere bir de bakarsınız ki boşboştur, anlamsız gelir size ya, aynen öyle. Hatta daha da beteri malesef. Bu kitabı elinie alıp sakın okumaya kalkmayın diye acımasızca bir yorum yapmakistiyorum. Çok basit, anlamsız, mantıksız ve "pis" bir hikayesi var. 

Demek ki neymiş, sürü psikolojiine son vermemiz gerekiyormuş. Herkes çok beğendi, çok okunanlar listesinde... Neye yarar !

Başlıksız Yazı

Öğrenmesi gerekli biliyorum;
tüm insanların dürüst ve adil olmadığını, fakat şunu da öğret ona:
Her alçağa karşı bir kahraman,
her bencil politikacıya karşı kendini adamış bir lider vardır.

Her düşmana karşı bir dost olduğunu da öğret ona.
Zaman alacak biliyorum, fakat eğer öğretebilirsen,
kazanılan bir liranın, bulunan beş liradan daha değerli olduğunu öğret.

Kaybetmeyi öğrenmesini öğret ona ve hem de kazanmaktan neşe duymayı.
Kıskançlıktan uzaklara yönelt onu.
Eğer yapabilirsen, sessiz kahkahaların gizemini öğret ona.

Bırak erken öğrensin, zorbaların görünüşte galip olduklarını.
Eğer yapabilirsen; ona kitapların mucizelerini öğret.
Fakat ona; gökyüzündeki kuşların, güneşin yüzü önündeki arıların
ve yemyeşil yamaçtaki çiçeklerin ebedi gizemini düşünebileceği sessiz zamanlar da tanı.

Okulda hata yapmanın, hile yapmaktan
çok daha onurlu olduğunu öğret ona.
Ona kendi fikirlerine inanmasını öğret,
herkes ona yanlış olduğunu söylediğinde dahi.

Nazik insanlara karşı nazik,
sert insanlara karşı sert olmasını öğret ona.
Herkes birbirine takılmış bir yönde giderken,
kitleleri izlemeyecek gücü vermeye çalış oğluma.
Tüm insanları dinlemesini öğret ona,
fakat tüm söylediklerini gerçeğin eleğinden geçirmesini
ve sadece iyi olanları almasını da öğret.

Eğer yapabilirsen üzüldüğünde bile
nasıl gülümseyebileceğini öğret ona.
Gözyaşlarında hiçbir utanç olmadığını öğret ona.

Herkesin sadece kendi iyiliği için çalıştığına inananlara
dudak bükmesini öğret ona ve aşırı ilgiye dikkat etmesini.
Ona, kuvvetini ve beynini en yüksek fiyata satmasını,
fakat hiçbir zaman kalbine ve ruhuna fiyat etiketi koymamasını öğret.
Uluyan bir insan kalabalığına kulaklarını tıkamasını öğret.

Ona nazik davran ama onu  kucaklama.
Çünkü, ancak ateş çeliği saflaştırır.
Bırak sabırsız olacak kadar cesarete sahip olsun,
Bırak cesur olacak kadar sabrı olsun.

Ona her zaman kendisine karşı derin bir inanç taşımasını öğret.
Böylece insanlığa karşı da derin bir inanç taşıyacaktır.
Bu büyük bir taleptir, ne kadarını yapabilirsin bir bakalım.
O ne kadar iyi, küçük bir insan, oğlum…

(Bu mektup, Amerika Birleşik Devletleri’nin 16. Başkanı Abraham Lincoln tarafından oğlunun öğretmenine yazılmıştır.)

Son Kamelya


Yazın son günleri olmasın ne olur...
Daha parkın bahçenin tadına doyamadım...
Biraz daha, hayırlısıyla...



Planlama Şart :)


Zamanım nasıl geçiyor?Bununla ilgili aldığım maillerden dolayı böyle bir post yazmak istedim. Çalışan anne iken, işi bırakmış olmak nasıldır?Acaba biz de yapabilir iyiz şeklinde sorularınız geliyor. Ben şu şekilde özetleyebilirim durumu:Bu tamamen size kalmış. Evde kalıp sıkıntılanmak yerine kendinize uğraşlar bulabilirseniz, evde olmak gibisi yok emin olun. 


Benim günlerim nasıl geçiyor derseniz?

Ev işleri, çocuklarla oyun oynamaca, bolca gezinti, eş dost ziyareti, alışveriş :) derken geçip gidiyor işte günler.  Ama şunu söylemeliyim, çalışmaya alışan bir insan için evde hiçbir şey yapmadan durmak eminim sıkıcı olur. Ben, ertesi günün hatta daha ertesi günün bile planının yapar buluyorum kendimi. Boş kalmamak adına...

Bu arada evde olunca anladım ki, Selçuklu Belediyesi iyi çalışıyor :) Ev hanımları için (sanırım ben de şu an ev hanımıyım - ama bir süreliğine :) öyle güzel etkinlikleri, kursları, spor faaliyetleri ve kütüphaneleri var ki. Doya doya bunlardan faydalanmak lazım.



Başka ne mi yapmak lazım:
Kahve...



Kahve...


Kahve...

Sağlıcakla :)



Tablet Kılıfı



Evdeyim ya artık, çocuklarla bol bol geziyoruz. Bu sıralarda da en büyük kurtarıcım çocukların tableti. Çantamdan artıkhiç çıkarmıyorum, ne zaman başım sıkışsa hemen yardımı dokunuyor. Gariban çantada bir o yana bir bu yana harap oldu. Ben de oturdum hemen bir kılıf diktim. Artık çantada daha güvenli gezecek :)

Bugünlük benden bu kadar :)

Sevgiyle kalın...

Yeni Bir Dönem...


Pazartesi günü işyerine istifamı verdim ve salı günü çıkış işlemlerini tamamlayıp 13 yıllık çalışma serüvenimi - şimdilik - noktaladım. Bu süreçte beni en sevindiren şey ise 13 yıldır birlikte çalıştığım, Türkiye'nin farklı farklı şehirlerinden tanıştığım paydaşlarımdan aldığım geri dönüş oldu. Üzüntülerini belirtmek için arayan, mesaj atan öyle çok kişi oldu ki gözlerim doldu...

Çarşamba gününden sonra ise yeni hayatıma merhaba demiş oldum. Bunca yıllık çalışma hayatından sonra şu an kendimi yıllık izne ayrılmış gibi hissediyorum. Evde olmanın, özgür olmanın ve günün her vaktinde bir şeyler yapabilmenin keyfini yaşamaya çalışıyorum. Mesela bu hafta, Torku Konyaspor Basket Takımı'nın antrenmanlarını izledim. 


Kahve keyfimi her seferinde farklı bir kupam ile yaşamaya çalıştım.


Akyokuşun o doyumsuz manzarası karşısında derin bir nefes çekip içime, serinliğin, güzelliğin, temizliğin o manevi havasını içimde yaşamaya çalıştım. 


Sırada bekleyen onca kitabımdan birini elime alıp Hadi Bismillah dedim.


Çocuklara türlü türlü şaklabanlıklar yapıp, keyiflenmeleri ve benimle olmanın tadına varabilmeleri için kafa yorup durdum...


Can dostlarımla buluşup, hasbihal ettim...
Şimdilik iyi geldi bana, bundan sonra çok daha iyi elsin İnşaAllah. Darısı tüm isteyenlerin başına deyip, dualarınızı rica ediyor ve görüşmek üzere diyorum.


Yeni Bir Başlangıç


Dışarda yağmur, öyle temiz bir hava ki...
Ve bugün yeni bir başlangıç benim için...
13 yıllık çalışma hayatımı kendi isteğimle sonlandırdım.
Bundan sonra yeni rotalara yelken açma zamanı..

Hatay Gezi Notları

BİRİNCİ GÜN: 


İşyerinde bir arkadaşımız Hatay'lı. Bize öyle bir anlattı ki ne zamandır Hatay'a gidelim diye planlar yapıyor, konuşuyor ama bir türlü icraata geçiremiyorduk bu fikrimizi. Özellikle Hatay mutfağını çok merak ediyorduk ve 29 Mayıs günü yola çıktık çıktık, çıkamadık artık bu yaz bir daha da oraya gidemeyiz dedik. Malum Hatay'ın sıcağı...

3 arkadaş birlikte yollara düştük. Sabaha doğru Belen geçidinde işte bu rüzgar tribünleri bize merhaba dedi. O kadar çoktu ki şaşırdım kaldım. Demek ki oldukça rüzgar alan bir bölge Belen Geçidi.


Otogarda otobüsten indikten sonra Karaksi Dolmuşlarına bindik ve Karlısu Beldesi'ne doğru yola çıktık. Yaklaşık 10 dakikalık bir yolculuktan sonra Hasbahçe Aile Çay ve Kahvaltı Salonu'na ulaştık. Havası tertemiz bir belde Karlısu Beldesi. Otantik kahvaltısı da çok hoşumuza gitti. Kişibaşı 17 TL'ye muhteşem bir kahvaltı yapıyorsunuz, üstelik Hatay lezzetleri ile.


Zahter Salatası


Güveçte Yumurta


Tuzlu Yoğurt ve Çökelek


Zeytin Salatası


Kızartılmış Ezme Peynir


Küflü Çökelek



Biz kahvaltı yaparken yağmur yağdı. Bir an için korktuk çünkü yağmur devam ederse nasıl gezeceğimizi bilemedik. Ancak şükür ki korktuğumuz başımıza gelmedi.


Yine Karaksi dolmuşuna binerek bizi merkeze, stadyuma en yakın noktaya götürmesini istedik. Dolmuşun bizi indirdiği yerden sonra yaklaşık 15 dakika yürüdük ve yürürken de bu güzellikleri gördük. Antakya bize biraz köhne geldi açıkçası, İskenderun çok daha fazla gelişmiş mesela. Ancak otantik güzellikleri Antakya'nın bu eksisini göstermiyor.


Kalacağımız yere yerleşip hemen yola koyulduk. Sadece haftasonu için gittiğimizden, vakit kaybetmek istemedik. 


Antakya'nın tam ortasından Asi Nehri geçiyor ve şehri ikiye bölüyor adeta. Ben yıllarca Asi'yi merak etmiş biri olarak, fazlaca durgun, bulanık ve pis buldum nehri. Hatta arkadaşlarla birbirimize bakıp "bu mudur?" dedik. Kokuyor ve etrafında küçük küçük sinekler dolaşıyor. Keşke daha bakımlı olsaydı.


Köprüden karşı tarafa geçince, hayatın başladığını hissettik :)


İlk durağımız Ulu Camii oldu. 


Ulucami, Antakya'daki en eski ve en büyük camiymiş. Selçuklu tarzında bir cami ve bana daha kapısından girer girmez huzur verdi. 


Tavanı tamamen taştan yapılmış. O kadar serindi ki, insan sıcakta camiden çıkmak istemiyor :)


Ulucami'den çıkınca böyle uzayıp giden bir yürüyüş yolu bekliyor sizi. Hava çok sıcak olduğundan gölgelerden gitmeyi tercih ettik. Mayısın sonuydu ama sıcaklık sanki Temmuz gibiydi...


Sıcakta Antakya'nın meşhur meyve kokteyllerinden içelim dedik. Nargiz Viamin'de harika bir meyve suyu içtik ama asıl meşhur olanı Antakya Vitamin Bar'mış. Bir daha yolumuz düşerse, onu da denemek istedim. Bu arada Nargiz ile Antakya Vitamin yan yana.


Ben, mayhoş ( tatlı ekşi arası ) tatlara bayılırım. Meyveleri kendim seçmedim, özellikle mayhoş olan kendi önereceğiniz birşey olsun dedim ve sonuçtan da memnun kaldım. Orman meyveleri ağırlıktaydı ve içinizi hem buz gibi serinletiyor hem de sizi meyveye doyuruyordu.


Sonrasında yürüyüş yolundan devam ettik. 


Yolda karşımıza Ortodoks Kilisesi çıktı. Gezmek istedik ancak bir süredir ziyaretçi kabul etmediklerini söylediler. Kilise ilk olarak 1833 yıllarında ahşap olarak yapılmış ve 1911 yılında kiliseye Ruhban Okulu da eklenmiş. 



Yolda biraz daha ilerledik ve gözlerimiz bayram etti bu güzelliklerle. Antakya ne kadar düzensiz ve köhne bir şehir de olsa, beni kendine çeken ayrı bir havası vardı. Bir de farklı inançlardan, farklı ırklardan ve görüşlerden insanlar öyle kardeşçe yaşıyorlar ki, insanın  zaman zaman gözleri yaşarıyor bu kardeşlik havasına.


Caddede biraz daha ilerlediğimizde, Protestan Kilisesi ile karşılaştık. Bina Fransızlar döneminde Fransız bankası olarak kullanılmış ve 2000 yılında Güney Kore'li bir din adamı tarafından açılmış. 


Kilisenin yan tarafında Kore'ye ait objelerin satıldığı, aynı zamanda da çay bahçesi tarzında bir mekan var. Ne kadar yetkili ile görüşmek istesek de, orada çalışanlar yetkiliyi tanımadıklarını nerede olduğunu bilmediklerini ve kilisenin ziyarete kapalı olduğunu söyledi. Açıkçası buna çok inanmadık çünkü kilisenin kapısında ziyaretiçin yan taraftaki çay bahçesine gitmemiz yazıyordu. 


Yapacak bir şey yok deyip yolumuza devam ettik. Önce 10-15 dakika solujklanma ve "Karlamaç" molası verdik. Ben açıkçası bu görünen şeyin adını da tadını da bilmiyordum ancak urfatutkunu bunun karlamaç olduğunu ve Urfa'da çokça içildiğini söyleyip bize ikram etti. hem tadı güzeldi hem de oldukça serinledik ve yine yola revan olduk.


Bir sonraki durağımız Habib-i Neccar Camisi idi. İlk defa Baybars döneminde yaptırıldığı düşünülen cami, 17. yy'da yeniden yaptırılmış. Habib-i Neccar kimmiş derseniz, Hz. İsa'nın Antakya'ya gönderdiği elçilere iman eden ve onlarla birlikte şehit dilen bir marangoz. Cami Türkiye sınırlarında inşa edilen ilk cami olarak kabul ediliyor. Girişte Hz. İsa'nın elçileri olan Pavlus ve Yuhanna'nın mezarları var. Caminin içerisinde Kuzey tarafta ise yerin 4 m altında Habib-i Neccar'ın Türbesi varmış ancak biz ziyaret ettiğimizde, birsel baskınından dolayı tamirat başlatmışlar. Malesef camiyi ziyaret edip, avlusunda biraz dinlendikten sonra Habib-i Neccar'ı göremeden oradan ayrılmak durumunda kaldık.



Burası hemen avluya giriş noktası


Bu da caminin içi. Çok sade, huzur dolu bir cami idi. 


Camiden çıktıktan sonra, hemen caminin karşısındaki süt ürünleri dükkanından biraz alışveriş yapıp, eşyalarımızı aynı dükkana daha sonra almak üzere bıraktık ve gezmeye devam ettik.


İşte ilk "eski Antakya" sokaklarını da bu anda gördük. Tıbbi ve aromatik Bitkiler Müzesi'ni arıyorduk, haritada tam da bulunduğumuz noktada görünüyordu oysa ki işte bu daracık sokağa girince hemen oracıktaymış. Bir müzenin böyle bir sokağın içinde olacağı kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi :)


müzenin hemen yanındaki bir evin kapısı açıktı. İçeri girmeyi ve avlusundan bakmayı çok istesem de buna cesaret edemedim. Dışarıda birileri olsa izin isteyecektim ama malesef kimsecikler yoktu.


İşte müzeye giriyoruz.


Burası müzenin avlusundaki dinlenme mekanı. Bence müze güzel olmuş ama bu müzede bitki çayları ikram edilse yahut bitki çaylarının bulunduğu bir mekan açılsa hem tanıtım olur hem insanlar biraz soluklanır hem de mekana daha uygun bir konsept olur diye düşündüm. 


Müzede kurutulmuş bir çok çeşit bitki ve aromatik yağlar mevcut. Böyle şeylere ilgi duyuyorsanız tam size göre bir mekan burası. Burada biraz dinlendikten sonra ani bir kararla ikinci gün planımızda olan Harbiye Şelaleleri'ne gitmeye karar verdik. 


Buraya "Defne'nin Göz Yaşları" da deniyor. Efsaneye göre: 

Zeus'un oğlu ışık tanrısı Apollon, ırmak kenarında gördüğü genç ve güzel bir kız olan Daphne'ye aşık olur ve onunlakonuşmak ister. Daphne'yi kovalar.Daphne kurtulamayacağını anlar. "Ey toprak ana beni ört, beni sakla, beni koru" diye yalvarır. Daphne ağaca dönüşür. Apollon şaşırır. Bu olaydan sonra şiir ve silah zaferi, defne ağacının dalıyla mükafatlandırılır ve Daphne'nin gözyaşlarının Harbiye'deki şelaleleri meydana getirdiğine inanılır.


Burası güzel bir mesire yeri - olabilirdi. Ancak lokantaların haricinde oturacak tek bir yer bulamadık


Bir de etraf çok bakımsızdı. Yürüme yolları bile çakıllı kumlu yollardı. Böylesi güzel bir doğaya belediye daha çok önem verse eminim burası daha çok ilgi görür ve ziyaretçi alır.





Şimdii...
Geliyoruz Hatay gezimizin efsane bölümüne :)


Affan Kahvesi, gitmeden önce not ettiğimiz ve mutlaka gidip görmemiz gereken yerler arasında yer alan bir "kahvehane" idi. Evet, yanlış duymadınız, bildiğiniz bir kahvehaneye giriyorsunuz. Belki hatırlarsınız, asi dizisinin bazı bölümlerinde Tuncel Kurtiz'in oturduğu kahvehane. 
Bu fotoğraf netten alıntı. Kahvehanenin nasıl göründüğünü görmenizi istedim. Buraya girip, fotoğrafta sağ köşede görülen yerden içeri giriyorsunuz ve Affan'ın arkadaki huzurlu bahçesine çıkıyorsunuz. Burası, ise ailecek gidebileceğiniz, genç neslin modern kahvehanesi :) Çay bahçesi diyelim biz daha net anlaşılsın. Antakya'da böyle bir şey var zaten, kasap diye gidiyorsunuz, dükkanın arka kapısından bir geçiyorsunuz sizi modern bir lokanta bekliyor. Yazısı biraz aşağıda, Pöç Kasabı gibi...

Bu fotoğraf da nette alıntı. Bu da Affan'ın dıştan görünüşü. 


Affan'a gidip kahve içeceğimizi söylüyoruz. Süvari mi olsun diyor. Dersimizi çalışıp gitmiş olduğumuzdan, orta şekerli "süvari" diyoruz. Evet, süvari de neymiş diyenler olacaktır. Türk Kahvesinin bildiğiniz ince bel çay bardağında sunulanına Antakya'da süvari deniyor. Kahveler bittikten sonra sebebi ziyaretimize geliyor sıra ve "Haytalı" istiyoruz. 


Haytalı öyle güzel bir şey ki, bir daha Antakya'ya gider misin deseniz, gitme nedeni olarak tek başına Haytalı'yı gösterebilirim size. Muhteşem bir serinlik, harika bir tat. Ha bir de şu var, mutfak açık, istediğiniz gibi görebilirsiniz. Böylesine şeffaf bir yer Affan. Bu arada, şu yukarda gördüğünüz kaşıklar 70-80 yıllık, el yapımı ve Haytalı için özel olan kaşıklarmış. İnternette Yahudi bir ustanın yaptığı gibi yazılar okusak da, birebir sahipleri ile görüştüğümüzde öyle olmadığını anlıyoruz. Arap asıllı bir amca yapmış kaşıkları, özel ve sadece Haytalı için. Gerçekten de bu tatlı serinliği bu kaşıklarla yemek harika.


Bu fotğraf da netten alıntı. Ben orada Haytalı'ya gömüldüğüm için hiç fotoğraf çekemedim malesef ;) Fotoğrafın başında "HAytalı asla Bici Bici Değildir" yazıyordu. bence de haklı. Ben bici bici'yi sevmeyen tek kiiyim belki ama bana göre sadece anlamsız bir buz yiyorsunuz. Ama Haytalı öyle değil.. Kızmayın Adana'lılar :)


Affan'dan çıktığımızda yolumuza Havra çıkıyor, Cumartesi günü ve içerden bir sürü genç insan çıkıyor. anlaşılan ayinleri yeni bitmiş, yol üzerinden birbirleri ile sohbet ediyorlar. 


Akşam üzeri, konaklayacağımız yere dönmeden önce Sultan Sofrası'na uğruyoruz. Sultan Sofrası, temiz, bakımlı bir yer. Ayrıca birçok yöresel lezzeti de aynı anda bulma imkanınız olan bir restoran. Kağıt kebabından istiyoruz ancak bu bildiğiniz köftenin, kağıtta pişmiş olanı gibi. Hatay'ın kağıt kebabı bu olamaz diye düşünüyoruz ancak ertesi gün PÖÇ Kasabı'nda yediğimiz tepsi kebabından sonra bu olduğuna kanaat getiriyoruz. Tadı iyi ama bir özelliği yok. Ayrıca bana göre bir kebap değil kesinlikle.


Yemeğin yanındaki mezeler harika. Bunlara tek kelime edecek olursam, haksızlık etmiş olurum. Acılı ezmesi, humusu, zahter salatası hepsi de birbirinden güzel ama özellikle acılı ezme muhteşem.


Ben çorba istemedim, arkadaşlar Analı Kızlı Çorbası yediler. Güzel olduğunu söylediler. 


İçli köfte güzeldi. Çok uzun uzadıya anlatamayacağım çünkü ben normalde içli köfteyi sevmem. Ama iyiydi, bir tane yedim, tadına baktım. 


Bir de tabiki güzel olan pideleri :)
Ne de olsa Konya'lıyız, ekmeksiz sofraya oturmayız :)

İKİNCİ GÜN:



St Pierre Kilisesi ile güne başlıyoruz. Bir önceki gün Sultan Sofrası'nda karnımızı tıka basa doyurmuş olduğumuzdan dolayı, şimdilik sabah kahvaltısını es geçiyoruz. Aslında Atatürk Caddesi'nde salçalı tost yapan meşhur bir büfeye uğradık ama büfe kapanmış. Dolayısıyla, fazla da aç olmayınca şimdilik kahvaltıyı erteledik.




Saint Pierre Kilise'si, dünyadaki ilk kilise imiş ve "Hristiyan" terimi ilk olarak bu kilisede kullanılmaya başlanmış. Kilise, Habib-ün Neccar Dağı eteklerinde, mağara şeklinde oluşturulmuş doğal bir yapı. İçerisi serin, her mağarada olduğu gibi. Burası müze kapsamında, girişte bir biletçi, içerde de iki güvenlik görevlisi olmak üzere 3 çalışanı var.



Kilise, 1963 yılında Papa VI Paul tarafından hac yeri olarak ilan edilmiş. Hristiyanlar için çok önemli bir kilise yani.



Kilisenin girişinde böyle mozaikler var. Hala var olsalar da oldukça yıpranmışlar. Biz kiliseyi gezmek için bilet alırken 3 tane çocuk geldi ve içerde bişey yok. Bir masa bir de sandalye orjinal. İçindeki diğer şeyler çalındı dediler. Dediklerine göre içerdeki heykel de çalındığı için sonradan yapılmış. NAsıl çalınıyor dediğimizde ise, mağaraya giden gizli bir tünelin olduğunu söylediler. Araştırınca gördük ki bu tünel saldırı esnasında kilisedekilerin kaçması için yapılmış olan bir tünelmiş. 


İçeri girince gördük ki küçük heykelcik gerçekten de sonradan yapılmış. Masa ve sandalye çalınamamış çünkü her ikisi de yerde sabitti. Öyle olmasa belki onları da götürürlerdi.


Burası da çocukların bize söylediğine göre vaftiz suyu imiş. Araştırmalarımıza göre ise kutsal su olarak kabul ediliyormuş. 



Gördüğünüz gibi masa ve sandalye yere sabitlenmiş. 


Burası kilisenin giriş yapısı. Zaten kilise ufacık bir yer. Ancak 30 kişilik bir cemaat sığabilecek büyüklükte.


Kilise gezimiz bittikten sonra Haron ( Cehennem Kayıkçısı )'u görmek istedik. Küçük çocuklar bizi oraya götürebileceklerini söylediler. Dağdan biraz yuakrı tırmanıyorsunuz ama yol yok, patika bir yoldan, yaklaşık 15 dakika tırmanıştan sonra ulaşıyorsunuz.


Yukarı çıkış yolunda, çocuklar bize işte bu tünelin, kiliseye çıkılan tünel olduğunu söylediler. Ancak bu kilisedeki malzemelerin çalınması olayından sonra da girişinin kapatıldığından bahsettiler.


Ve Cehennem Kayıkçısı'na ulaştık. İşaretlediğim yerlerden biri Meryem Ana Heykeli ( olduğunu söylediler ), diğeri ise Cehennem Kayıkçısı. 


Dönüş yolunda, Uzunçarşı'ya tekrar uğruyor ve PÖÇ kasabına tepsi kebabı siparişimizi veriyoruz. yemeğimiz hazırlanırken, Uzunçarşı'da biraz alışveriş yapıyoruz. PÖÇ Kasabı daha önce de bahsettiğim gibi ilk bakışta bildiğiniz kasap, ancak dükkanın arka tarafına dolaştığınızda bir arka bahçe ve bir lokanta. 



Tepsi Kebabı'mızı afiyetle yedik. Tam olarak bir kebap olarak düşünmeyin, tepside salçalı sos ile pişirilmiş köfte gibi. Yanındaki pideler, bir Konya'lı olarak benim daha çok ilgimi çekti itiraf ediyorum :) 


Ben ayrana bayıldım. PÖÇ Kasabı'na uğrarsanız bu ayrandan mutlaka tadın.


Karnımın doyunca yola devam ediyoruz. Uzunçarşı'da küçük fırınlar var ve Hatay Simiti, acılı ekmek vs yapıyorlar. Hatay simiti aldığınızda yanında size bir de baharat karışımı veriyorlar. Çünkü simitte tuz yok. Bu karşıma batırarak yiyorsunuz.



İkindiye doğru rotamızı meşhur Humusçu Nedim Usta'ya çeviriyoruz. 


Nedim Usta çok içten. Çok sıcak karşılıyor bizi. Hemen meşhur humusundan ve baklasından istiyoruz. Bakla da güzel, sıcacık geliyor ama humus bir içim su. Öyle güzel ki tadını tarif emek çok zor.


Açık ve net, Hatay'da lezzet olarak Haytalı ve Nedim Usta'nın Humus'unu tek geçerim. Tepsi Kebabı hikaye bunların yanında.


Nedim Usta'dan sonra, Hatay'ın eski daracık sokaklarını biraz geziyor, alışveriş yapıyoruz ve gitmeden son bir kez Haytalı'nın o güzel yadına bakmak için Affan'a uğruyoruz. 


Çıkışta, Affan'ın hemen karşısında sayılabilecek kadar yakındaki Katolik Kilise'sine gidiyoruz. Giderken tereddütlüyüz aslında, diğer iki kilise gibi ya bunu da gezemezsek diye düşünüyoruz ama öyle değil. Katolik Kilisesi ziyaretçi kabul ediyor.






Kiliseyi gezdikten sonra, bahçesine çıkıyoruz ve yukarı terasa çıkıyoruz. Burası meşhur "Çan, Ezan, Hazzan"a konu olan manzara.  Kilisenin çanı ile cami minaresi aynı karede. Fotoğrafta işaret koyduğum yerde ise Havra var. "Hazzan" sinegoglarda ilahi söyleyen güzel sesli kişilere verilen isimmiş. 



Ve Hatay gezimiz burada bitiyor. İki günlük yorucu, koşturmacalı bir yolculuktu ama çok farklı bir kültürü tanıma şansımız oldu. İlk etapta itiraf edeyim ki Hatay'ı hiç beğenmedim. Çünkü bakımsız ve pis. Malesef. Ama ayrı bir havası var, ayrı bir kardeşlik ortamı var. Yemek kültürleri çok çeşitli ve farklı. Başka bir ruh var sanki oralarda. Tarifle olmayacak, girip görün en iyisi :D